Kızımla Baş Başa Bali Seyahati

Her yolculuğun bir hikayesi vardır..
Herşey Bozcaada’da tenha bir kumsalda yazın son günlerinin tadını çıkarırken, sonbahar ve kış aylarının kasvetli havasına dudak büzülürken oldu. Bir anda kendimi Bali’yi hayal ederken buldum..
Mina’nın Aralık ortası gibi başlayıp Ocağın ilk günlerinde biten kış tatili döneminin Bali seyahati için harika bir fırsat olabileceğini düşünmeye başladık. Tabi o dönem ailecek çıkacağımız bu tatilin sonradan benim büyük kızımla eşimin de küçük kızımızla baş başa tatillerine dönüşeceğinden habersizdik.
Tatil zamanı yaklaştıkça yavaş yavaş konaklama ve uçak seçenekleri için araştırma yapmaya başladık. Villa mı kiralasak, ormanda mı kalsak, deniz kenarında çocuklar için uygun bir otel mi düşünsek derken Mustafa’nın işleri dolayısıyla gelemeyeceği anlaşıldı.
Mustafa küçük Ela’sı ile baş başa geçireceği zaman için sabırsızlanırken ( genelde kardeş geldikten sonra büyük çocuk ile çok fazla zaman geçiren, ve her kıskançlık atağında ablayı alıp oyalayan baba sendromu deniliyor :) , ben de 6 yaşında, annesiyle yalnız kalmak için can atan gözlerinden ışık ve heyecan saçan büyük kızım Mina ile gideceğimiz bu harika tatili planlamaya başladım. (kardeşi geldikten sonra bir tanecik annesini paylaşmak zorunda kalan abla sendromu :) )
Daha önce birçok kez ailecek çıktığımız Avrupa seyahatlerinden farklı olarak Endonezya Mina için yemekleriyle, havasıyla, doğasıyla, kültürüyle yepyeni bir yer olacaktı.
Bir anne olarak şunları sorguladım; gittiğimiz yer güvenli mi?, Mina uzun saatler otel dışında olup şehri keşfetmek, turlara katılmak isteyecek mi, çok yemek seçen bir çocuk olarak nasıl bir yemek düzeni kuracağız, eğer turlardan hoşlanmazsa onu otelde oyalayacak aktiviteler neler bulabilirim? Ve inanın hersey hayal ettiğimden daha güzel oldu.
Mina’ya her konuda olduğu gibi seyahatlerimizde de sorumluluk vermeye özen gösteriyorum. Çünkü o zaman gerçek anlamda kendini hikayenin bir parçası gibi hissediyor. Gitmeden ona Bali’den bahsettim, orada yapacaklarımızdan. İnternetten fotoğraflar gösterdim. Mina’nın seyahate çok meraklı, maceracı ve çevresi ile hemen uyum sağlayan bir çocuk olması da beni yalnız seyahat etmemiz konusunda cesaretlendiriyordu.
Valizini bile beraber hazırladık, bu şekilde eksi 10 dereceden artı 30 derece sıcağa gideceğini gerçekten kavramış oldu. Rezervasyonlar yapıldı, biletler alındı, valizler hazırlandı ve yola çıktık.
Doha Havaalanında alanda kullanabileceğiniz pusetler gece aktarması yapacak aileler için büyük kolaydık. Biz de bu pusetleri kullanarak kolaylıkla Bali uçağımıza yetiştik. Uçaktaki yemekleri yemeyeceğini düşünerek yanıma Mina için sandviç ve kurabiye almıştım. Çantaya rahatlıkta sığan minik bir beslenme çantası ve suluk yolculuklarda işinizi kolaylaştırabilir.
Akşam üzeri Bali Denpasar havaalanına indik ve sıcakkanlı Bali halkı ile vize bölümünde ilk kez merhabalaştık. Hiçbir ücret ödemeden vizemizi aldıktan sonra ilk iş para bozdurmak için havaalanı çıkışındaki döviz bürosuna gittik. 1 TL yaklaşık 3,500 IDR ediyor. Bir anda elinizde o kadar çok IDR oluyor ki uzunca bir zaman özellikle küçük miktarlarda para harcarken kafanız karışıyor. Yıllar önce bir çikolatanın binlerce Türk lirası ettiği, milyarların sıfırların havada uçuştuğu günleri hatırlayıp kendi kendime gülümserken onlarca Endonezya rupisini saymaya çalışıp hesap yapan gişe görevlisi kadına tebessüm edip şişman bir cüzdanla oradan ayrıldım.
Daha önce yazıştığım rehber bizi otelimize götürmek için gelmişti. Erkek bir şöför beklerken karşımda gülümseyen genç bir kadın görünce önce çok şaşırdım. Mina ile hemen sohbete başlayan Deck ile beraberliğimiz tüm Bali seyahatimiz boyunca sürdü. Mina’nın İngilizce bilmesi ve çenesinin hiç susmaması da gezi boyunca bol kahkahalı neşeli anılara vesile oldu!
İlk akşam odamıza yerleştikten sonra yağan yağmurun altında oteli gezmeye başladık. Otelden bir şemsiye alıp balıklı havuzların ve palmiye ağaçlarının arasından yürüyüp etrafı inceledik. Buz gibi bir kıştan sonra sıcacık yaz yağmuru ve etraftaki toprak kokusu ayrı bir keyif verdi bize. İyi ki de yapmışız çünkü Ubud’daki akşam üzeri dışında bir daha hiç yağmur yağmadı.
Ertesi gün tüm gün otelde kaldık. Uzun bir uykunun ardından teker teker tüm havuzları gezip bahçedeki çiçek ve yaprakları inceledik. Tropikal bitki örtüsü ile tanışan Mina bir botanik uzmanı havasıyla tüm çiçekler için ayrı ayrı hikayeler yazdı.
Çocuk kulübünün önündeki şelale havuzunda yeni tanıştığı çocuklarla oynarken bende bir palmiye ağacının gölgesinde taze soğuk çayımı yudumlayarak kitap okudum.
Akşam üzeri yaklaşırken plaja gidip gün batımını kumsalda yaşamaya karar verdik. O kadar güzel bir gün batımıydı ki içimden gelen sese kulak verdiğim ve o an orada olduğumuz için çok şanslı hissettim. Dik bir yamaçtan ahşap merdivenlerle inilen kumsal güneş batmaya başladığı an altın rengi bir ışığa büründü. Plajın kapanma saati olan yediye kadar orada kaldık Mina’yla. Dans ettik, dalgalarla boğuştuk, videolar çektik, sıcak kumların üzerine yatıp gökyüzüne değecekmiş gibi duran ağaçları seyrettik..
O kadar mutluyduk ki kumsala vuran kızıl gökyüzünü ve çıkışta bizi bekleyen onlarca basamağı bir çırpıda arkamızda bırakarak yüzümüzde kocaman bir gülümsemeyle ayrıldık oradan..
Ertesi gün soğuk kış aylarında özlemini çektiğimiz karpuz ve envai çeşit tropikal meyveden oluşan kahvaltımızı yapıp 11 gibi rehberimizle beraber ilk durağımız olan Padang Padang sahiline doğru yola çıktık. Otelden çıkış saatlerimizi hep biz belirledik. Ama örneğin çok dolu bir programınız varsa ve 8.00 de başlamak istiyorsanız sizi rehber o saatte de almaya geliyor kaldığınız yerden.
Arabada Starbucks’dan aldığımız kahvelerimizi duyumlarken gün boyu gezeceğimiz yerler hakkında konuşmaya başladık. Julia Roberts’ın meşhur filmi “Eat Pray Love”ın çekildiği sahil aslında bu film ile ün kazanmış. Kayalık bir yoldan aşağıya inerek ulaştığımız kumsalda şezlong, havlu vaya eşyalarınızı koyacak bir yer yok. Genellikle fotoğraf çekmek için geliniyormuş. Tabi altı buçuk yaşında kıştan gelmiş denizi özlemiş bir su canavarına bunu anlatmanız biraz zor :) Rehbere eşyalarımızı teslim edip kendimizi ılık dalgalı okyanusa bıraktık. Denizde bizden ve iki rastalı hippiden başka yüzen de yoktu zaten! Yanımıza havlu ve yedek mayo almıştık, o yüzden Mina’nın üzerini değiştirdim fakat ben tüm gün tuzlu okyanus suyu ve üzerimde ki hafif nemli kıyafetlerimle gezmek zorunda kaldım. Tatilin sonuna kadar da aynı bohem ruhla devam ettim. :))
Oradan Blue Point’e doğru yola çıktık. Deniz çok dalgalı olduğu için plaj kısmı kapalıydı. Yukarıdaki manzaralı terasta bir şeyler içip dinlendik. Örgü ören yaşlı yerli kadınlardan bileklik aldık, sohbet ettik. Mina dönene kadar minicik kolundan örgü bilekliğini hiç çıkarmadı.
Daha sonra içindeki dev heykelleriyle ünlü GWK kültürel parkına geçip yüksek kayalık yapının arasında kurulmuş parkı gezdik. Burası Mina’nın en çok sıkıldığı yer oldu çünkü bir iki tane dev heykelden ve kocaman bir bahçeden başka hiçbir şey yoktu. Havanın da o sıralar 30 derece olduğu düşünecek olursak hızlı bir turun ardından parktan ayrılıp Bali’de ki en temiz ve turistik yerlerden biri olan Nusa Dua bölgesini gezmek üzere yola çıktık.
Bölgenin girişinde genişçe bir otopark mevcut. Arabayı oraya parkedip minik hediyelik eşyacılar, ayak ya da boyun masajı yapılan masaj salonları, dünya markaları ve restaurantların olduğu çarşı bölgesini gezerek sahile doğru bir yürüş yaptık. Mina’nın ısrarı üzerine ayakları ısırarak dolaşımı arttırdığı söylenen masajcı minik akvaryum balıklarıyla da tanışmış olduk! Gıdıklanma seansımızı ve gülme krizimizi atlattıktan sonra kendimizi Nusa Dua’nın masmavi sularına bıraktık. Neredeyse tüm sahili deniz kabuğu toplayarak yürüdükten sonra gün batımını izlemek üzere Uluwatu tapınağına doğru hareket ettik.
Tapınak yolundaki yüzlerce maymunu geride bırakarak yemyeşil ağaçların arasından okyanusun yüksek kayalıklarla buluştuğu, güneşin her akşam batmadan altın rengine bürüdüğü bir tepenin üzerine kurulu Uluwatu'ya doğru ilerledik.
Tapınağın girişinde biletinizi ve eğer uzun giyinmediyseniz bacaklarınızı örtecek örtüleri aldıktan sonra deniz kenarınada ki mermer yoldan ilerleyerek gün batımını izlemek için kendinize bir yer buluyorsunuz. İsterseniz de tapınağın içine doğru yürüyüp kapısına kadar gezebiliyorsunuz.
Günbatımının kızıllığında parlayan bu şiirsel manzarayı kayalıklara vuran dalga seslerini dinleyerek seyrettik.
Mina ile birbirimize sarıldığımızda aklımdan şu cümleler geçmişti..
“Ne kadar büyük dünya. Okyanusun ortasında bir adada, ağaçlarla kaplı ıssız bir koyda, her gün tekrarlanan gün batımında ne büyülü bir güzellik var Mina? Kim bilir ne muhteşem yerler var daha görmediğimiz bilmediğimiz. İnşallah beraber gideriz, beraber izleriz nice gün doğumlarını minik kızım. Sen ve tüm ailemiz. Yollar bizi çağırdıkça keşfeder, keşfettikçe yaşar, yaşadıkça daha çok severiz dünyayı”.
Ertesi günü ormanın içine kurulmuş tertemiz ve yemyeşil Bali hayvanat bahçesinde geçirdik. Hayvan haklarına önem veren ve hayvanların gördüklerleri muameleyi önemseyen biri olarak aslında bu tarz yerlere çok sıcak bakmıyorum. Ama burası sanki hayvanları doğal yaşamlarında izliyormuşsunuz hissi veren güzel ve düzenli bir park. Mina’nın tüm gün boyunca çok mutlu olduğunu söyleyebilirim. Hem hayatında ilk defa bir hayvanat bahçesi gezdi hem de bir çok değişik hayvan türüne ilk defa bu kadar yaklaştı. Yavru filleri besledi, şempanze sevdi, egzotik kuşları izledi.
Seyahat boyunca fotoğraf çekmesi için verdiğimiz eski bir telefonla da sayısız kare ve video çekti. Daha sonra otele döndüğümüzde Mina’nın gördüğü ama benim fark edemediğim bir sürü enteresan detayı telefonunda görünce çocukların algılarının bizlerden çok daha açık olduğunu bir kere daha anladım.
Hayvanat bahçesinin ardından önce su altı yürüyüşü için daha sonra da deniz keyfi yapmak için Sanur Plajına doğru yola çıktık. Yolumuzun üstünde bulunan ve sadece yerel halkın gittiği Secret Garden adındaki bir parkta mola verip noodle yedik. Parktaki diğer Endonezyalı miniklerle oynayan kızımı ve beni her defasında hayrete düşüren çocuklarla özgü bu vücut ve kahkaha dilini izleyerek düşünceler daldım. Çocuk gerçekten her yerde çocuk!
Sanur bölgesi kumsalları ve otelleriyle adanın en ilgi çekici yerlerinden biri. Ben burada da turistik olmayan gerçek Bali’yi daha iyi tanımak için halk plajında denize girmek istediğimi söyledim rehbere. O da sağolsun etrafta hiç turistin olmadığı hatta sanki ünlü bir film yıldızıymışım da herkes etrafımda toplanmış havasında bir akşamüzeri yaşattı bize! Koskoca plajda bir tek Mina ve bendik adalı olmayan. Birden bir grup müzisyen genç geldi plaja ve Hindular için önemli bir mantra olan “hare krishna” yı çalmaya başladılar. İnanç için yapılan hiç bir şeyden para kabul etmedikleri için bu muziğin karşılığında da bahşiş kabul etmiyorlarmış. Güneş batana kadar orada kaldık. Tüm kumsala yayılan hint ezgileri, denizde ailecek kıyafetleri ile serinleyen bir yandan da Mina ve benimle sohbet eden Balililer, seyyar satıcılar ve lacivert gökyüzünde beliren ay. Sanırım Sanur bende hep böyle samimi ve böyle mavi kalacak..
Güneşli pırıl pırıl bir Bali sabahına uyandıktan sonra bu kez bir başka plajı denemek için taksiyle 25 dakika mesafede olan Karma Kandara Oteline doğru yola çıktık. Yüksek kayalıkların üzerinde yeşilliğin arasında kurulu bir butik otel. Deniz ürünleri ağırlıklı bir restaurantı, tüm sahili tepeden seyredebileceğiniz bir sonsuzluk havuzu ve büyükçe bir plajı mevcut.
Beyaz kumsalda uzun yürüyüşler yapıp yumuşak kocaman minderlerde güneşin keyfini çıkardıktan sonra akşam üzeri güneşin batışını bu kez bir başka ünlü tapınakta seyretmek üzere Tanah Lot’a doğru yola çıktık. Rehberimizle buluşup bize sürpriz olarak getirdiği geleneksel Bali kıyafetlerimizi giyip tapınaktaki yüzlerce insanın arasına karıştık. Mina giydiği yerel kıyafetle o kadar şirindi ki bir sürü gezginle fotoğraf çektirip arkadaş oldu. :)) Baliler çok sıcak kanlı insanlar. Yaydıkları sevgi enerjisi ve samimiyetleri bu güzel adaya gelen ziyaretçileri de aynı derecede etkisi altına alıyor. Giydiğimiz kıyafetlerden mi yoksa büyülü manzaradan mı bilinmez, lila gökyüzünün altında bir oraya bir buraya yürürken kendimi daha bir hafta önce geldiğim bu adanın sanki ev sahibiymişim gibi hissettim.
Belki de bu yüzden çok seviyorum yolları yolculukları.. Dünyanın neresinde olursam olayım bir tarafım gittiğim yer oluyor. Bir parçam da gittiğim yerlerde kalıyor..
Ubud’a geçmeden önce bir gün daha otelimizde kalarak tropikal cennetin tadını çıkardık. Attığı yüzlerce takla, yürüdüğü onca yol ve boyadığı bir sürü kağıda rağmen enerjisi bitmeyen tatlı meleğimle akşamki romantik yemeğimiz için Ayana otelin içindeki Rock Bar’ın yolunu tuttuk.
Tam restaurantın girişinde renkli elbisesi, minik topuzlu saçlarıyla dans etmeye başladı Mina. O kadar tatlıydı ki bu meşhur ikonik restaurant onun kadar sevimlisini görmemiştir! Mina’nın şirinliğinin etkisiyle sanırım bizi içerideki en güzel ve en romantik masaya oturttular :)))
Daha sonra atıştırmalıklardan ve tapaslardan oluşan menüden sipariş verip dalgaları ve harika manzarayı seyrederek güneşi batırdık. Deniz o kadar dalgalıydı ki her bir dalga metrelerce yükseye çarpıp binlerce damlaya parçalanıyordu. Bir anda Portekizin halk müziği Fado çalmaya başladı. Gözlerimi kapattım sanki daha bir yanık söylemeye başladı Amália Rodrigues. Kucağımda tüm masumiyeti ile bana sarılan kızım, kalbimde küçük meleğim Ela, hayalimde Lizbon sokaklarının Arnavut kaldırımlarında dans ettiğim Mustafa’m. O küçük masadan ve Jimbaran’da ki son geceden geriye kalan..
Hergün beslemeye alıştığımız japon balıklarımıza ve otelimize veda ettikten sonra Ubud’a doğru arabayla hareket etmeye başladık.
Kısa bir süre sonra turistik caddeleri, trafiği, büyük lüks otelleri ve interneti geride bırakarak yeşil köy yollarında çeltik tarlalarının arasında ilerlerken bu sessiz orman köyünü çok seveceğimi anlamıştım.
Yol üstündeki turistik yerleri geze geze en son Kutsal Su tapınağına vardık. Arabadan indiğimizde bir anda havanın bir kaç derce serinlediğini farkettim. Kutsal su tapınağını gezerken önce etrafta şemsiye satan kadınlar belirmeye başladı. Kiralık ve satılık onlarca renkli şemsiye kartpostallık görüntüler ortaya çıkarırken yavaş yavaş bulutlar kararmaya başladı. Herşey o kadar hızlı oldu ki. Sıcacık bir günün ardından başlayan yağmurla beraber toprak kokusu mis gibi çiçek kokularına karıştı.
Ve bir anda bizi sırılsıklam eden ılık yağmurun altında Mina ile Balili halkın arasında karışıp tapınağın en keyifli anlarına tanıklık ettik. Tüm ısrarlarıma rağmen rehberle beraber bu havuza girmek istediğini söyleyen meraklı kızıma engel olamadım. Yarım metrelik havuzun içinde kalabalığı takip eden Mina için bu ritüel çocukça bir eğlenceden başka bir şey değildi :)) Hiçbir önyargı düşünce ve korku yaşamadan salt saflıkla anın tadını çıkarıyordu. O gülücüklerine devam ederken bende içimden dua edip Allah’a onun için bu an için, sahip olduğum ve olamadığım herşey için şükrettim. Daha sonra yağmurun hafiflemesi ile birlikte bizde otelimize doğru yola devam ettik.
Sonradan öğrendim ki tapınakta kutsanırken yağmurun başlamasının şans ve uğur getirdiğine inanılırmış. Tüm bereketiyle üzerimize yağan yağmur sanki bizi bu topraklara ve sıcakkanlı Bali halkına ayrı bir bağladı.
Ubud merkezinde güzel ve hafif bir akşam yemeğinin ardından otelimize yerleşip birbirimize sarılarak uyuyakaldık.
Bu bölgede ki bir çok otel cennet gibi olduğu için tüm günü dinlenmeye ve otelin keyfini çıkarmaya ayırdık. Ormana bakan sonsuzluk havuzu bile buraya aşık olamaya yeter. Çocuk oyun alanında zaman geçirdik, orman yolunda yürüyüş yaptık, oteldeki kecak dansı göstersini izledik. Anne-kız masaj yaptırdık ki bu kısım benim için unutulmaz bir anı oldu!
Mina gibi hareketli bir çocuğun 60 dakika boyunca çıtını bile çıkarmadan hatta gözlerini bile açmadan keyfine düşkün minik bir yavru kedi misali masaj yaptırması o kadar komikti ki onu izleyip gülmekten yapılan masajı anlayamadım bile! :))
Akşam yine ısıtılmış havuza girip yemeğimizi havuzun içindeki barda yedik. Bir çocuk için yüzerken hamburger yemenin bir yandan da yeni tanıştığı çocuklarla suda taklalar atmanın ne kadar eğlenceli olduğunu tahmin edebilirsiniz! Havuzun yanında yanan ateşi ve fokurdayan jakuziyi de eklersek bu kadar eğlenceli bir ortamda suda kalma rekorumuzu da kırmış olduk. Son kalan enerjimle istiklal marşını söyleye söyleye yüzen bu küçük su canavarını havuzdan çıkmaya ikna edebildim ve Ubud’da ki ilk günümüz de böylece bitti. İstiklal marşı nereden aklına geldi diyecek olursanız da hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim o ormanın artık bu marşı bildiği..
Sabah erkenden kalkıp yemyeşil ormana karşı güzel bir kahvaltı yaptık. İnsanın açık havada iştahı artar ya Ubud’da kat ve kat artıyor! Tüm büfeyi yedikten sonra kuzeye Kintamani’ye doğru rehberle beraber yola çıktık. Batur dağı tüm haşmetiyle karşımızdaydı. Gölün etrafında ki balıkçı köylerini gezdik, fotoğraflar çekip köy yaşamına tanıklık ettik.
Çevredeki tapınakları uğrayarak pirinç tarlalarını gezmek üzere Tegalalang’a gittik. Seyir teraslarını pas geçerek direk tarlaların içinde yürüyüşe başladık. Etrafta çalışan çiftçileri, dronelarıyla fotoğraf çekmeye çalışırken düşüp duran turistleri ve katman katman kıvrılan yeşilliği izleyeceğiz derken bir iki saat kalırız dediğimiz bu tarlalarda 3 saatin nasıl geçtiğini anlamadık bile. O kadar yorulduk ki taze hindistan cevizi suyu satan büfenin ahşap şezlonglarında yarım saat bayılarak yattık.
Çıkışta arabaya doğru giderken sıra sıra dizilmiş hediyelikçilere gözüm ilişti. Genelde seyahatlerde alışveriş işini ertelerim ve en son dönmeden önce bir iki saat koştura koştura ne alacaksam almaya çalışırım. Burayı da tam pas geçiyordum ki tığ işi renkli mayoları ve pançoları görünce kendimi tutamadım. O kadar yürüyüşe rağmen zaten sadece bir kadın alışveriş yapabilecek enerjiyi kendinde bulabilir dimi? :)) 20 liraya örgü mayolar, 50 liraya sonrasında bavula sığdırmak için kaç takla atacağım el işi battaniyeleri alıp Ubud merkezi gezmek üzere yola devam ettik.
Mina’nın ısrarı üzerine maymun ormanına uğrama gafletinde de bulunduk. Evet içerisi güzel, harika ağaçlar ve taş bir köprü var fakat yüzlerce maymunun arasında gezmenin çok da keyifli olduğunu söyleyemeyeceğim. Özellikle bir yaramaz hırsız maymunun kızımın boynunda asılı olan telefonu koparıp çaldığını düşünecek olursak bir süre çizgi filmde bile olsa maymun görmek istemediğimiz söyleyebilirim.:))
İçeri girmeden zaten tembihlendiğimiz için gözlük dahil tüm eşyalarımızı saklamıştık. Tam çıkmaya yakın Mina boynunda asılı telefonu ile fotoğraf çekmeye çalışırken bir anda fırlayan maymun plastik kordonu koparıp telefonu aldı ve kaçtı! Mina’dan bir çığlık! O andan itibaren tüm orman yanımıza toplandı. Ağlayan korkmuş minik kızımı teselli ederken bir yandan da görevlilere olayı anlatmaya başladım. Bu arada yaramaz şey elinde bizim telefon ağaçtan bize bakıyor. Etraftaki kalabalık selfie'ci maymunu izleyip videolar çekerken bir yandan da yanımıza gelip Mina ile konuşup onu teselli etmeye çalışıyordu. Bir grup gencin maymunun telefonu geri getirmesi için şarkı söylemeye başlamasıyla ortam komik bir hale döndü. :)) Ne şarkılar ne ikna çabaları! Abartmıyorum içerideki yüzlerce kişi o ağacın altında toplandı. Bu sırada maymun dansı andıran hareketlerle daldan dala atlıyor sanki bizimle dalga geçiyordu. Mina bile yaşadığı şoku atlatmış gülmeye başlamıştı.
O sırada kaç kişi videomuzu çekti hatırlamıyorum ama youtube da bir gün o videolardan biriyle karşılaşırsam hiç şaşırmam :)) Maymun ormana doğru telefonla gözden kayboldu. Biraz daha bir umut bekledik. Üzüldüğümüz şey telefon değil de Mina’nın kendi çektiği fotoğraflardı. Tam çıkacakken ormanın içinde bir görevli yere düşmüş telefonu bulup bize geri getirdi. Telefon bir daha hiç çalışmadı ama bize yaşattığı macera hafızalarımıza unutulmaz bir anı olarak kazındı.
Halk pazarını, Ubud Palace, Luwak Kahve çiftlikleri ve yol üzerinde ki rengarenk dükkanları da gezdikten sonra uzun ve yavaş bir akşam yemeği ile geceyi sonlandırdık. Sonraki iki gün otelde kalıp yoga, kitap, mango suyu üçlemesi eşliğinde dinlenerek geçti. Hiçbir şey yapmak zorunda olmamanın tadını çıkardım. Ormanın içinde geçen her saat ayrı bir huzur ve dinginlik verdi.
Yavaş akan zaman kendi hikayesini yazdı Ubud’da.
Bir sürü anı ve deneyimle ayrılırken Bali’den kalbimde kocaman bir mutluluk vardı. Güzel bir yolculuğun ardından insanın içini ısıtan ve diğer yolculuğa hazırlayan o harika his.
Ama bu kez hayatımda ilk defa içimde bana seslenen farklı bir ses daha vardı.
“Bir gün tekrar buraya döneceksin Ceren” dedi. Dönmelisin.."
“Ve sen böyle bir yerde yaşamalısın”.
Şehir hayatı, iş, yeni yolculuklar derken zaman geçti. Ama o his hiç gitmedi..
Ceren selamlar, sitenize ilk kez rastladım. Benim de mina (10 yaş)ve ela( 9)adında iki kızım var