ANNE EVİ: KURALLAR MI YASTIK EV Mİ?
Geçen günlerde bir arkadaşımla sohbet ederken farkettiğim bir duygunun üzerine yazmaya karar verdim.
Ev nedir? Ve bizim için ne anlama gelir?
Kimi insan çok evcimenken kimi insan hiç evde durmak istemez. Kimileri sürekli ev değiştirmek isterken kimileri aynı evde yıllarca yaşamayı hayal eder. Kimisi için ev ailesi kimisi için ev bir otel odası olabilir. Peki tüm bu farklılıkların altında yatan duyguları çocukluk yıllarında kazanmış olabilir miyiz?
İlk evimiz, anne ve babamızla yaşadığımız ilk yuvamız aslında zihnimizdeki ‘ev’ kavramını da büyük ölçüde oluşturan yer olabilir. Örneğin çocukken yaşadığınız aile evini düşündüğünüzde ne hissediyorsunuz? Düşünceleri, anıları kastetmiyorum. Duyguları soruyorum.
Benliğinizi tanımlayın desem, bedenden, düşüncelerden ve duygulardan oluştuğunuzu söyleyebilirsiniz.
En kolayı bedeninizi ve düşüncelerinizi anlatmak olacaktır. Çünkü her ikisi de sınırlıdır. Fiziki bedenimiz ve zihnimize hemen ulaşabiliriz, keşfetmesi daha kolaydır. Ama duygularımız hala keşfedilmeyi bekleyen dipsiz bir kuyu gibi sonsuz..
Annemizin karnında var olmaya başladığımız andan itibaren katman katman çoğalan ve gerçek benliğimizin üzerini kaplayarak her geçen gün bizi kendi gerçeğimizden uzaklaştıran şey duygularımızdır. Bu yüzdendir ki aslında bizi biz yapandır. Bir şeyi, bir yeri, bir insanı sevmenize ya da sevmemenize neden olandır..
Ailemizle yaşadığımız eve gelecek olursak. Gözlerini kapatıp büyüdüğün evde olduğunu hayal et.
Göğsünün içinde bir duygu hissedebilirsin. Mantığa bürümeye çalışmadan özgürce derinlerden gelen duyguya odaklanmaya çalış.
Daha sonra şu an yaşadığın evi düşünün. Mesela çocuk sahibiysen nasıl bir aile ortamın var? Kuralların, sınırların, oyunların, ev halin nasıl?
İkisi arasında bir benzerlik ya da farklılık var mı?
“Çocuk sen” in anne evinde hissettiği duygu ve senin çocuğunun senin evinde hissettiğini tahmin ettiğin duyguyu düşün.
Otoriter ve disiplinli bir annen mi vardı yoksa sana ne istediğini soran ve dinleyen bir anne mi? Her gün aynı saatte tabaktaki tüm yemeği bitirmen gerektiğini söyleyen bir ses mi hatırlıyorsun yoksa oturma odasında yer sofrasında kardeşlerinle oynayarak yemek yediğin bir anı mı? Her ikisinde de çok seviliyorsun belki ama ‘ev’ denilince hissettiğin duygu değişiyor.
Geçmişten yola çıkarak düşündüğümde bir anne ve bir eş olarak olmasına inandığım ‘ev’ tanımımı şu şekilde özetleyebilirim: Eşimin ve çocuklarımın kendilerini en rahat hissettiği yer.
Bence her çocuk annesinin evinde içinden geldiği gibi yaşayabilmeli. İnsanın daha özgür ve mutlu hissettiği başka bir yer olabilir mi? Düşünsenize evinizde o en sevdiğiniz kurabiye pişiyor ama siz istediğiniz saatte istediğiniz yerde yiyemiyorsunuz. O kurabiyeyi ileride nasıl hatırlarsınız?
Ben evde ‘kural’ olarak konulan bir çok şeyin aslında hiç anlamlı olmadığına inanıyorum.
Bir çoğunuz bana şu soruları sorabilir. Kurallar olmazsa nasıl düzenli bir ev olacak? Herşey birbirine girer. Çocuklar kendilerine zarar verebilir. Her yer kirlenir. Ev pislenir. Çocuklar şımarır. Zaten kurallar olmazsa çocuklar zaptedilemez..
Ben bu soruları kendimce cevaplamaya çalışayım siz de okurken kendinizi büyüdüğünüz evde hayal edin.
Evin düzenini sağlamak isterken amacınız nedir? Kontrolün tamamen sizde olduğu ve her yerinden tamamen sizin sorumlu olduğunuz bir alan yaratmak mı? Ne kadar zor bir iş olduğunun farkında mısınız? Tüm hayatınızı buna odaklasanız bile mükemmel ev düzeniniz olamayacak. Çünkü yanlız değilsiniz. Sizden başka yaşayan, isteyen, düşünen birileri de o yaratmaya çalıştığınız mükemmelliğin içinde yaşıyor. Eğer çocuklarınız küçükse bir de buna onların hayal dünyalarını ve orada yaşayan yüzlerce hayali arkadaşını da ekleyin. Epey kalabalıksınız yani :))
Onun yerine evde herkesin mutlu ve rahat olabileceği alanlar yaratmaya çalışabilirisiniz. Yaşadığınız yerin imkanlarına göre bir odayı yaşam alanı yapın. Yaşam içinde uzanmayı, yemek yemeyi, oyun oynamayı, uyumayı yani yaşamaya dair herşeyi barındırır. Bu nedenle bu alanı sadece televizyon izlenip, oyun oynanacak yer olarak sınırlandırmayın.
Mesela her an misafir gelecekmiş gibi heryeri muntazam evler vardır. Oysa ki böyle bir düzen oluşturmaya çalışmak hem bedeninizi hem ruhunuzu yorar.
Misafir geliyorsa iş daha da ciddileşir. Zaten muntazam olan ev dip köşe daha da bir temizlenir. Eve elinde büyüteç ile gelen bir dedektif olsa o rafın üzerindeki tozu göremez. Ama evin annesi görür. Her şey tam olmalıdır, misafir hiçbir kusur bulmamalıdır. Zil çalıp kapı açıldığı anda evin kadını kendinden emin bir şekilde şöyle düşünmektedir.
“Ben o kadar becerikli, marifetli, mükemmelim ki evim de aynı benim gibi mükemmel. Ben neysem evim de o. Hata yok. Size bunu göstermem gerekiyor. Yani çat kapı da gelseniz bu evi aynı böyle bulursunuz çünkü dağılmasına asla izin vermiyorum. Benim gibi evim de hiç dağılmaz. Aksi kabul edilemez. Bu konuda otorite olduğumu söylemem gerekiyor. Otoritenin karşılığı cezadır. Bu arada ailemi çok seviyorum ama bu düzeni koruyabilmek için onları bazı şeylerden mahrum bırakabiliyorum. Herşeyin bir bedeli var değil mi?”
Bunlar benim hayal gücümün iç sesleri. Siz eminim çok daha fazlasını yaratabilirisiniz. :))
Gelelim çocuğun gözünden eve gelen misafire.
“Annem evin en büyük ve en güzel odasına girmeme izin vermiyor. Koca evin yarısı misafir için öylece bekliyor. Demek ki misafir benden daha değerli. Annem bütün gün misafir gelecek diye pasta yaptı ama bana vermedi. Misafir içinmiş, akşamı beklemeliymişim. Demek ki misafir benden daha değerli. Annem misafir gelince beni odama gönderiyor. Onlarla oturamazmışım. Demek ki ben orada bulunmak için yetersizim. Demek ki misafir benden daha değerli.”
Bu çocuk sizce misafir ve onun için hazırlanan ev için ne hisseder?
Bir diğer önemli soru da şu: Peki kim bu misafir? Sonradan negatif duygularımızla ördüğümüz duvarlarımızdan bize bakan bir çift göz olabilir mi? Başkaları için yarattığımız yapay benliğimiz? Yetersiz olduğumuzu fısıldayan iç ses? Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Ama emin olduğum bir şey var ki “misafir” diye tanımladığımız kişi fiziksel bedenden çok daha fazlası. Ona yüklediğimiz duygularımız, inançlarımız ve daha pek çok şey.
Ev ile ilgili kurallardan bahsetmiştim. Örneğin yemek mutfakta ve masada yemek saatinde yenir. Acaba öyle mi? Kendinizi düşünün. Hiç ayaklarınızı uzatıp koltukta battaniyenizin altında bir şeyler yemek istediğiniz olmadı mı? Yatakta kahvaltı yapmayı hayal ettiğiniz? Ayakta atıştırırken bir yandan kahvenizi yudumlayıp bir yandan gazete okuduğunuz?
Benim oldu. Bu yüzden bizim evde herkes karnı acıktığında yemek yer. Bazen sofrada hep beraber oluruz, bazen oturma odasında yer sofrasında yemek yeriz. Bir örtümüz vardır, her an elimizin altındadır. Her yere sereriz. Biz bez parçasının insanı bu kadar özgürleştirebilmesi ne kadar ironik değil mi?
Burada asıl önemli olan bence çocuğun kalbinde şu duyguyu oluşturabilmek. “Beni annem anlıyor. Burada güvendeyim. Ohh çok rahatım. Ohhh bee”.
Kulağa komik gelse de çocuklar aslında bu kadar basit düşünürler. Ne zaman içimdeki otoritenin beni kandırmaya çalıştığını farketsem kendime şu soruyu sorarım: Ceren hangisi daha değerli? Çocukların mı yoksa …? Cevap her zaman aynıdır. "Çocuklar. O zaman öyle davran."
Mesela çocuk gibi düşünelim ya da çocukmuşuz gibi hayal edelim:
Oyunun en eğlenceli yeri, hayal gücünüz tam gaz çalışıyor. Yastıklardan inşa ettiğiniz kalenin içinde en sevdiğiniz çizgi film kahramanınızı ya da koca suratlı canavarınızı bekliyorsunuz.
Ve bir ses: “
Yemek hazır mutfağa!”
Sigara böreği pişmiş en sevdiğinizden ama şu anda oyunun en heyecanlı yeri. Ses tekrar tekrar geliyor. Ama siz tam olarak annenizin sesiniz duyamıyorsunuz bile. Canavarla savaşmak üzeresiniz.. Israrlı ve otoriter ses yanınıza gelip şöyle tekrar ediyor.
“Sabahtan beri sana sesleniyorum. Duymuyor musun! O kadar uğraştım bu böreği yapmak için. Çabuk mutfağa. Yemekten sonra tekrar oynarsın. ( Ya da yarın oynarsın ) Saat kaç oldu farkında mısın? Hala yemek yemedin. Ben sana defalarca söylemek zorunda mıyım?”
Biliyorum biraz uzun oldu ama aklıma gelenleri örneklemek istedim. Şimdi bu miniğin ‘börek’ denilince ne hissettiğini bir düşünün. Ev denilince de muhtemelen aynı şeyi hissedecektir.
Kolay değil biliyorum, her gün anneliğin verdiği sorumluluk penceresinden dünyaya ben de bakmak zorunda kalıyorum. Ama bence bu yöntem anne için çok daha zahmetli ve çocuk için bir o kadar mutsuz edici.
Biz de börek pişince ne mi oluyor? Pişmeden önce çocuklara soruluyor. Aç mısınız? Eğer doğduğundan beri zorla yemek yedirme gibi bir alışkanlığınız yoksa muhtemelen açlarsa evet değillerse hayır diyeceklerdir. Diyelim ki onlara işi bırakmak istemiyorsunuz ya da aceleniz var. Gayet normal. Pişirin börekleri gidin yanlarına. Yastık evin kapısını çalın. “Bu harika evin içindeki minik kahramanın karnı aç mı diye sorun. Hayırrrr diye cevap verdi. O zaman “Yemek yediğinde güçlenip canavara karşı daha iyi savaşabilirsin ama! Ne dersin? Sana sihirli börek yaptım.”
“Yiyeceğim anne ama daha oyunum bitmedi.”
“Tamam tepsiye koyup buraya getireyim. Sen de evinin bahçesinde yersin ve oyununa devam etmiş olursun?”
Şimdi mutfak masasında yemek yenmesinin gerçekten neden gerektiğini bir daha düşünün. Aslında bunun gibi nedenini mantıklı olarak açıklayamadığımız o kadar gereksiz kurallarımız var ki. Birçoğu bence daha küçücükken ördüğümüz inanç duvarlarımızın parçaları.
Kuralların olmaması sınırların olmayacağı anlamına tabiki de gelmiyor. Yemek sadece ufak bir örnekti. Evin düzenini çocuklara bırakamazsınız. 3 yaşında bir çocuğa karnın aç mı diye sormalısınız, ona sofra kurmalı, yemeğiniz hazırlamalı, hattta bazen oyunla yemeği sevdirmeye de çalışmalısınız. Çorbayı yerde içemeyeceğini, ellerini yemek öncesi neden yıkaması gerektiğini tabiki siz öğreteceksiniz. Bu yüzden bence evdeki yaşamı kolaylaştıran en önemli şeylerden biri de çocuğa “kuralları” değil de “nedenleri” anlatmak.
Örneğin;
“Koltuğun tepesinde zıplama. Düşüp başını çarpacaksın. Kanayacak.“ Sonuç; koltuğun tepesinde zıplamak yasak.
Çocuk olsam bu cümle bana şunu düşündürürdü:
“Bence ben düşmeden zıplayabilirim! Bunu kanıtlayacağım. Başımı zaten çarpıyorum kardeşimle oynarken, bir şey olmuyor. Hem annem tahlil vermeye gittiğimizde kan alınırken bana korkulacak bir şey yok demişti.”
Ve de şunu hissettirirdi. “Annem ne kadar eğlendiğimi görmüyor. Annem beni anlamıyor.”
O yüzden şöyle demeyi tercih ediyorum.
“Zıplarken çok eğlendiğini biliyorum canım, ben de çok severdim küçükken zıplamayı. Yastıkları yere koyalım da onun üzerinde zıpla, bu şekilde düşmezsin.” Ya da,
“yüksekten düşersen canın yanabilir.” “Canının yanmasından korkuyorum” gibi..
Bu şekilde söylense şöyle hissederdim, “ Aaah annemde benim gibi zıplamayı seviyor. Ne kadar eğlendiğimi anladı. Doğru görüyor ama birşeyden korkuyor.”
Birçok konu için bunun gibi beyin fırtınası yapabilirsiniz. Kendinizi çocuk gibi düşünmeye ittiğinizde içinizdeki çocuğun duygularınız hakkından size çok dürüst olacağını göreceksiniz.
Yeter ki düşüncelerinizi duygularınızla karıştırmayın.
İki çocuk annesi olarak yaşadığım tecrübe bana şunu gösterdi: Annesine güvenli bağlanmayan, yeterli ilgi ve sevgiyi alamayan çocuk mutsuz çocuk oluyor. Toplumdaki genel tabir ile doymayan, öfkelenen, şımaran çocuk. O kadar çok şey var ki paylaşacak. Bu da başka bir yazının konusu olsun :)
Soru neydi?
Ev demek ne demek?
Mevzu uzun, mevzu çok derin. Bir yazıya değil belki bin yazıya sığamayacak kadar.
Ama ben inanıyorum ki soru sormak farketmemizi, farketmek aramamızı, aramak anlamamızı sağlar.
Ben bu yazıyı da tam bu yüzden yazdım..